1980’li yıllardan sonraydı. Türkiye 12 Eylül 1980 darbesinin hiç geçmeyecek izlerini silmeye çalışıyordu ve ben yavru vatan Kıbrıs’ta Kıbrıs Türk mücadelesine önce “Mülayim”, sonra da “Ağrı” kod adıyla devam eden KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş’la bir sohbet anındaydım. Sanki tekrar yaşarcasına anılar denizinde akıp giderken Afrodit’in Lanetliler Adası Kıbrıs’ta bugünlere kolay gelinmediğinden bahsediyor, toprağı vatan yapabilmek için yediden yetmiş yediye herkesin elini tereddütsüz taşın altına koyduğundan bahsediyordu. Ufacık çocuklar, istikballerini bir kenara atıp ortaya atılan gençler, üniversiteliler, İstanbul’da, Ankara’da okuyan Kıbrıslı Türk gençleri koşup gelmişlerdi Türk’ün sancağını Erenköy’de serhat kalesi yapmak için bugün KKTC’nin en uç noktasındaki ata toprağını. Ya o kadınlar, Kıbrıs’ın Nene Hatun’ları, Şerife Bacıları olan Gülten Keser, Ayten Berkalp, Güner Necat, Birsen Şemsettin, Arpalıklı Aysel Teyze, Galatyalı Şerife Teyzem, Hatice Tahsin ve daha yüzlercesi direnişin kahraman kadınları oldular Akdeniz’in orta yerinde.
Böyle bir muhabbet anında merhum Denktaş “Çocuk” dedi bana, “Bir de Karadenizli kahramanlarımız var hiç anmadığımız, unuttuğumuz. Onların emeği, cesareti, fedakârlıkları, kahramanlıkları olmasa ne yapardık burada silahsız, cephanesiz Rum’un zulmüne karşı?” Sanki bu anı bekliyormuşum gibi daha bir dört açtım kulaklarımı ve soluksuz dinledim anlattıklarını. O güne kadar hiç duymadığım iki Karadenizli balıkçıdan bahsediyordu bana. Biri dedesi Balkanlardan Karadeniz’e kelle koltukta savaşmış, babası Milli Mücadele’de Mim Mim Grubu’yla canını avucuna alıp vatan aşkına yollara düşmüş Trabzonlu yiğit bir ailenin evladı Ahmet Oğuz Kotoğlu’ydu. Diğeri de tıpkı arkadaşı Ahmet gibi Kore gazisi olan bir başka Karadenizli kahraman Ordu Perşembe’nin Medreseönü köyünden Reşat Yavuz Kaptan. Vay anam vay! Vay guzum vay! Tıpkı ülkemin kurtarıcısı, kurucusu Mustafa Kemal’in Giresun’dan gelen ve Sakarya’da destanlar yazan muhafızları Topal Osman Ağa ve Giresunlu Kara Zıpkalılar geldi bir anda gözümün önünde; babayiğit, cevval, cengaver, gözü pek, cesur yiğitler. Dernktaş rahmetliden isimleri aldım, sadece iki isim; hepsi o, başka bir şey yok. Ha bir de Sarıyer’de balıkçılık yaptıkları… Ne zaman? 20 sene evvel. Samanlıkta iğne aramak mı yoksa okyanusta John Steinbeck’in istiridyesini aramak mı?
Vira bismillah dedim ve başladım aramaya. Memleket bulgur gibi kaynıyor, kardeş kardeşe acımıyor öyle bir devir işte ve uzun uğraşlar sonunda Sarıyer’de bir balıkçı kahvesindeyim. Heyecan, heyecan, heyecan. Yüzlerce, binlerce insana sordum neredeyse bu Karadenizlileri ve en sonunda buldum işte ama maalesef sadece birini; Ahmet Oğuz Kotoğlu’nu. Raşat Yavuz Kaptan maalesef 1975 yılında ve daha hayatının baharındayken şairin “Olmaz ki böyle de köylüce ölünmez ki!” dediği türden hayata veda etmişti. Sonunda bulduğum Kotoğlu Kaptan’ı Sarıyer’de bir balıkçı kahvesinde. Denize bakan bir tahta masada oturmuş, yalnız, önünde bir çay bardağı, yılların heyecanı ve fırtınalı hayatını sanki yeniden yaşarmış gibi bir düşünen adam heykeli karşımda. Dalmış gitmiş uzaklara, sessiz, dingin, yavaş, kibar, naif bir adam. Aradan 30 sene geçip de onu bir akademisyen arkadaşımla tanıştırdığımda söylediği “Bir kahramanla, bir fırtınadan önceki sessizlikle oturuyormuşum da haberim yokmuş.” şaşkınlığıyla yanına yaklaştım usulca. Rauf Denktaş’ın selamını getirdiğimi söyledim korka çekine. Elini öpmek istedim, öptürmedi, hiç öptürmedi ya zaten hayata gözlerini yumuncaya kadar. Canı sıkıldı, “Neden geldin sen buraya?” dedi, biraz sinirlendi. Öyle ya dünya iyisi hayat arkadaşı Fatma Teyze’min bile o güne kadar haberi olmamıştı defalarca Anamur’dan Kıbrıs’a, Kıbrıslı Türklere kelle koltukta silah ve cephane taşıdığını avuç içi büyüklüğünde ahşap bir tekneyle. İlkokul mezunu bir adam ama “devlet sırrı” ne demek dibine kadar bilen bir güzel şahsiyet Kotoğlu Kaptan bugünlere nazire yaparcasına. “Çayını iç ve git, bir daha da gelme ha!” dedi babacan bir kızgınlıkla.
Çakaralmaz fotoğraf makinemle bir fotoğrafını çekmek isteyince elimin üstüne bastırdı ve “Çayını iç ve git. Bir daha da gelme. Ne beni gördün ne beni buldun unutma.” dedi tekrar. Hayal kırıklığı yaşamıştım, anlamaya çalışıyordum anlayamıyordum. Sessizce oturdum yanında, hiç konuşmadan. Sonra kalktım boynu bükük, kırık. Uzaklaşırken “Yine geleceğim ama…” diyebildim ve sonra her fırsatta gidip onu bulmaya çalıştım. Babamı tanıdığı, beraber tekneye silah yükledikleri, annemi bildiği vs. ortaya çıktı. Bu arada bir seferde gizlice Anamur’a gitmesini sağladım tatil amaçlı ve 2008 yılında ilk defa kamuoyunun önüne çıkartıncaya kadar hiç kimsenin haberi olmadı bu kahramandan ne Türkiye’de ne de KKTC’de. Çok diller döktüm, adeta yalvardım her gidişimde, her görüşmemizde “İnsanlar bilsin kahramanlıklarını. İnsanlar öğrensin vatan aşkını, vatan sevdasını. Kıbrıslı Türkler öğrensin sandallarla silah taşıyan bu kahramanı Anamur’dan…” diye yalvardım hep ve en sonunda 2008 yılında Ankara’da onlarca canlı yayın ekibinin karşısına çıkardım Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nın Alev kod adlı yiğidini. O anlattı insanlar dinledi, o anlattıkça volkanlar patladı, yüreğindeki aslanlar kükremeye başladı, insanlar ağızları açık dinlediler bu 500 lira Bağkur işçi emekli maaşıyla hala bir gecekonduda yaşayan ve devletten vatan görevi için tek bir kuruş talep etmeyen kahramanın yaptıklarını duydukça Anamur’dan Kıbrıs’a silah götürürken. Defalarca gelip gitti Anamur’a, silah yükledi Yoğunduvar’daki Orman İletme Kampı’nın içindeki küçük koydan Elmas teknesine ve adaya taşıdı. Karadeniz’in yiğit evlatlarını Girne açıklarında bekleyen TMT’nin kahraman evlatları da Akdeniz’in iki yakasında etle tırnak değil hamur olduğumuzu gösterircesine parola-işareti verdiler gururla; “Selam Karadenizli! Deniz nasıl? Selam Akdenizli! Deniz Elmas gibi.”
Saygıyla ve rahmetle anıyorum bu güzle insanı. Devam edeceğiz efendim. Dostlukla kalın, okumasız, kitapsız kalmayın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.